top of page

Online

FAP Talks ─ lX

Richard Rinehart & Tulu Bayar

Richard Rinehart: Merhaba Tulu, Nasılsın? Her şey nasıl gidiyor bu süreçte senin için?

 

Tulu Bayar: Herkes gibi, bütün dünya gibi ben de evdeyim. Kendimi biraz daha şanslı hissediyorum çünkü evimizin bir bahçesi var ve bu nedenle kısa da olsa dışarı çıkıp temiz hava alabilecek bir lükse sahibiz. Bu süreç içinde ‘’mekân’’, ‘’alan’’ sahibi olmak büyük bir rol oynadı demek mümkün. Evde olduğum bu vakitte arkadaşlarımla daha uzun sohbetler yapabilme ve yıllardır güncellemediğim LinkedIn profilimi güncelleme fırsatım oldu. Bu benim için bir eğlenceye dönüştü hatta. Senin için nasıl geçiyor?

 

RR: Gayet iyiyim şu anda. Bütün bu sürecin başında işimden bir uyarı aldım, yakın zamanda temasta olduğum birine Covid-19 teşhisi konmuş. Bu nedenle hemen gidip test yaptırmam gerekti, şansıma bu işin daha başındaydık ve testlere ulaşım daha kolaydı. Cuma günü test yaptırdım ve sonuç anca pazartesi günü bizlere bildirilebildi. Bana arkadaşlarımla HIV testi yaptırmaya gittiğimiz zamanları hatırlattı. O dönemde yaşadığım ‘’Acaba testimin sonucu pozitif mi çıkacak?’’ gerginliği üstümdeydi. Tıpkı o zaman olduğu gibi hafta sonuna girerken sonucun negatif olmasını diledim, ardından günler ilerledikçe umarım pozitiftir demeye başladım. Çünkü, o zaman atlatmaya yakın olduğum anlamına gelecekti; neyse ki negatif çıktı ve bir sorun olmadığını öğrendim. Ben de herkes gibi şimdi evde, bu sürecin nasıl sonuçlanacağını izliyorum. Benim de senin dediğin gibi büyük şehirlerde yaşayan arkadaşlarım var. Biz daha şehir dışında yeşili bol bir yerde yaşadığımız için şanslıyız bu konuda. Konusu geçmişken sorayım Tulu, biz seninle 9 senedir tanışıyoruz fakat utanarak söylüyorum ki ben hiç senin hikâyeni sormamışım. Biraz anlatır mısın Türkiye’den gelme maceran nasıl oldu?

 

TB: Tabi ki sana hikâyenin kısa versiyonunu anlatacağım ama bütün bu işlerin ertesinde bir şeyler içerken uzun versiyonu da anlatırım ☺ Aynı işlerimde olduğu gibi, benim sürecim de aşamalarla gerçekleşti. Pat diye kendimi şu anda bulunduğum yerde bulmadım. Buraya gelene kadar bir sürü daireler çizdim diyebilirim. Amerika’ya gelmemin asıl amacı yüksek lisans yapmak içindi; bu nedenle ilk durağım Cincinnati Üniversitesi oldu. Cincinnati 4-5 milyon insanın yaşadığı orta halli bir şehirdi. Ben aslen Ankaralıyım, bu nedenle kendimi tam bir kalabalık şehir insanı olarak görüyordum. 4-5 milyonluk nüfusuyla Cincinnati bile bana küçük gelmişti. Başta herkes kültürel bir şoktan bahsediyordu fakat benim için öncelikli olan aslında bu küçük nüfuslu şehre alışmak oldu. Bunlara alıştım elbette sonrasında, yüksek lisans deneyimim son derece keyifli bir deneyim oldu benim için. Bir sürü değerli arkadaşlıklar edindim ve çok kıymetli mentörlerle tanışma fırsatım oldu. Oradan sonra Los Angeles’a taşındım. O zaman gençtim ve sorumluluklarım, bağımlılıklarım yoktu o nedenle her şeyimi toplayıp Los Angeles’a taşınmak kolay olmuştu ☺ Aslında kariyerim için çok doğru bir hamle oldu. Sektörün önde gelen oyuncularla tanışma fırsatım oldu ve çok güzel iletişimler kurdum bu insanlarla. Yüksek lisansın ertesinde hala turist vizesiyle oradaydım, vatandaş değildim hatta Greencard’ım bile yoktu daha. Bütün bunları bana sağlayacak bir ‘’işe’’ ihtiyacım vardı. Üniversitelerde öğretim görevliliği için başvurularda bulundum. Şimdi bakınca aslında sanatımda yaptığım şey için bir üniversite ortamında olmak benim için daha bile besleyici oluyor. Başvuruları yaptığım ilk sene hiçbir yerden bir yanıt alamadım. Bir sonraki sene başvuru paketimde hiçbir şeyi değiştirmeden yeniden başvurdum fakat sadece CV’de eklemeler oldu. Daha fazla deneyimim olması tahmin ediyorum ki beni görüşmeye çağırmalarına sebep oldu. Bucknell çağıran üniversiteler arasında en çekici teklifi yapan oldu ve 3 büyük şehre oldukça yakın olması da benim için büyük bir avantajdı. Arabama atlayıp New York City’ye, Philedelphia’ya, ya da Washington D.C’ye hızlıca ulaşabilme gibi bir kolaylığım var. Yolum sonunda buraya vardı fakat eşimle bir sürü farklı yerde de yaşadık. Artık tamamen kasaba insanı oldum, şehirde yaşamaktan çok daha çekici geliyor. 

 

RR: Tam da bunların üzerine aslında sormak istediğim birkaç şey var. İlk buraya geldiğindeki tavrın ve bakış açınla şimdiki arasında nasıl bir değişiklik var? Bu süreçteki değişim işlerine yansıyor mu? Covid-19 sürecinde üretimlerin oldu mu?

 

TB: İşlerim hep didaktik bilgiden yola çıkıyor. Bu bilgilerle biraz vakit geçirip içselleştirmem gerekiyor. Ardından ortaya çıkan şeyin estetik görüntülü olması benim için bir kaygı. Ben bir dünya vatandaşıyım, eğitimciyim ve bir anneyim o nedenle geride bırakacağım şeyleri çok özenle seçerek hareket ediyorum. Üniversiteden beri kimlik meselesi benim için çok çekiydi, özellikle marjinalleştirilmiş olan kimlikler. İnsani bir bakış açısından bakarak bu marjinalleşmiş kimlikler dışarda bırakılmaktan nasıl etkileniyor bununla çok ilgileniyordum. Covid-19 konusunda nasıl bir iz kalacağını gözlemliyorum. Bu süreç çok daha evrensel fakat her zaman olduğu gibi yine birileri daha çok etkilenecek ve ben bunun ertesinde onlara ulaşıp. Bir ortak iş yapacağım. Doğu ve batının estetik, formal yapılarını birleştirerek aynı benim olduğum gibi çok yönlü, hibrid bir iş ortaya çıkacak. Bu nedenle işlerimde bu çok yönlü, hidrid, disiplinle arasılığı benimsiyor.

 

RR: Senin işlerinde farklı olan konu, aslında hem aktivist sanat gibi bir söylemi var, ama aynı zamanda estetik bir kaygı da taşıyorlar. Senin işlerinden benim en aşina olduğum ‘’20 Letters’’ projen. Biraz bu projeden bahseder misin?

 

TB: Adında geçtiği gibi bunlar 20 farklı kadından mektuplar. Ortaya çıkan işler de bu mektupların görselleştirilmesi. Her biri bir sayfa bir mektupla kendi başlarından geçen zorlayıcı bir deneyimi paylaştılar. Bu proje için önemli olan her biri Amerika’da yaşayan Müslüman bir kadın olarak kimliklerinin bu tarafına dair bir deneyim paylaştılar benimle. Ben de çok kültürlüyüm bu nedenle Amerika’da Müslümanlığın nasıl yansıtıldığının oldukça farkındayım ve Türkiye’de nasıl yansıtıldığının farkındayım. Şu anda burada yaşıyorum ve İslam dininin gerekliliklerini pratikte yapmıyorum ama bu gelenekten gelen biri olarak buradaki yansımaları rahatça görebiliyorum. Bu bağlamda, burada yaşayan ve bu kimlikleriyle marjinalleştirilmiş kadınların hikayeleri beni çok ilgilendiriyor. Mesela, benim arkadaşlarımdan hem eşcinsel olup hem de İslam dinine mensup kişiler var. Bu iki kutbu hayatlarında birleştirip ona göre yaşıyorlar. Zenci olup aynı şekilde Müslüman olan dostlarım var, yine onlar da bu iki kimliği bir arada yaşamak için Amerika gerçeklerinde bir çaba sarf ediyorlar. Öncelikle Los Angeles’ta yaşayan arkadaşlarımla başladım sonra genişledi. Sonrasında 20 adet çok dokunalı anonim mektup elde ettim. İşler, bu mektuplarda anlatılanlarla izleyici gelgitlerle içine çekme gücüne sahip oluyor. Ben tüm bu işleri bir fanzin veya kitap yaparak da sergileyebilirdim fakat ben tasvir etmekle ilgilenmiyorum, ben ifade etmekle ilgileniyorum. Ben kendi işlerimi işbirlikçi olarak tanımlıyorum. Bu oluşan bütün eser daha performatif yeni bir form haline geliyor. 

 

RR: Hemen arkandaki bu işlerden biri değil mi?

 

TB: Evet ilk serinin bir parçası. 20 Letters serisi değil ama benzer, evet. 

 

RR: İşin görseline ve tekniğine dönmemiz gerekirse, bu eserler aslında bana ilk gördüğümde soyut resim gibi gelmişti. Aslında işin özünde beyaz bir tabanda siyah çizgiler; hayal edebileceğin en temel iki boyutlu ifade biçimi. Ardından esere yaklaşıp yandan bakınca aslında bu siyah çizgi dediklerimizin film ruloları olduğunu gördüm. Başta tamamen soyut gözüken eser yakından bakınca film negatiflerinin üzerindeki figürler nedeniyle tamamen figüratif bir şekil aldı. En değişik bulduğum konulardan biri bu işler bir gri alanda değildi, iki zıt kutupta bulunabilen işlerdi. Belki de bizim iyi anlaşmamıza neden olan şeylerden biri sosyal sorumluluk bilinci ağır basan işler benim de ilgi alanım. Fakat çoğunlukla bu tip işler aşırı derecede figüratif oluyor. Senin işlerin hiç bu şekilde değil. Bu şekilde işler yaparken soyutlamaya nasıl yaklaştığından bahseder misin?

 

TB: Çok güzel bir soru. Mesela Catherine Opie’nin işlerine baktığınızda her şey açık ve net ortadadır, çok güzellerdir ama aşırı figüratiftir. Zannediyorum ki bu ayrım sanatçının kendisiyle de alakalı. Ele aldıkları konuyla nasıl iletişim kurdukları çok belirleyici oluyor, ben kendimi bir aktivist olarak görmüyorum. Sosyal sorunlarla iletişim halindeyim ama kendimi bir aktivist konumuna koymuyorum. Bu rolde olan sanatçılara sonsuz saygım var ama kendim böyle bir konumda değilim. Başta Greencard’ım bile yokken bunu söyleyecek sesim olduğunu da düşünmüyordum. Bir de içeriden-dışarıdan ikililiği vardı her zaman. Başladığım zamanlarda bu konularda hep daha çekingendim. En derinde aslında araştırmacı bir kimliğe sahip olan işlerle aram daha iyi oluyor. Milan Kundera’nın romanları gibi adeta. Bir romanında yavaşlık konseptinden bahsediyor. Tam olarak hatırlama ve yavaşlama arasındaki ilişki beni çok ilgilendiriyor. Bir eser eğer bunu bana yaptırabiliyorsa asla unutmuyorum. Bu ilişki benim için çok kıymetli oluyor. Figüratif eserler benim için bu iletişimi kurmuyor, o nedenle o kadar hatırımda kalmıyor. 

 

RR: Anlattıkların aslında tam olarak benim senin işlerine ilk baktığımdaki deneyimimi tasvir ediyor. Minimalist heykel gibi sanki Donald Judd ya da Sol LeWitt eserleri. Hem fiziksel hem zihinsel olarak bir çalışma ve algılama süreci gerektiriyor. Son bir soru olarak sormam gerekirse, senin için daire çok önemli. Senin kullandığın fotoğraf filmlerinin doğal şekli aslında. Biraz da bu arabesk tarafını ortaya koyuyor hem dansta hem kaligrafiden sıkça rastlanan bir form. Klasik bir sanat tarihçisi bu dairesel formların kadınsılığa bir gönderme olduğunu ifade edebilirdi. Biraz bundan bahseder misin?

 

TB: Aslında oldukça dekoratif. Tabi ki sen bahsederken arabesk terimini sanat tarihi açısından bakarak kullanıyorsun; yani süslemede kullanılan dekorasyon şekli anlamında. En temelinde benim bu 20 kadından edindiğim metinler bu kalıplara dönüşüyor. Bu kalıplar da okunamayan metinlere evriliyor. Tam anlamıyla bir bütüncül yaklaşım. Bu nedenle de yuvarlağa, daireye bu kadar çekiliyorum. Sert ve sabit değil, içine alan ve kapsayan bir form. Oldukça feminen evet ve çok da güzel bir şekil. Kolayca çizilebilir bir şekil ama bir yerinde yanlış yaparsanız çabucak da yanlışı gösteren bir şekil. Bu nedenle işlerimin çoğu bu şeklin etrafında çoğalıyor.

 

RR: Bir sürü başka açıdan da işlerin oldukça hibrid. Kullandığın malzeme ve teknik bakımından da aynı şeyi söylemek mümkün. 20 Letters serisinde de aynı şekilde. Aslında fotoğraf değiller ama resim de değiller. Bundan biraz bahseder misin? Neden sadece resim ya da fotoğraf değiller?

 

TB: Yine tasvir ve anlatım arasındaki farka geliyor aslında konu. Fotoğraf ciddi anlamda, direkt bir biçimde konuyu tasvir ediyor. Figüratif bir doğaya sahip olması tek başına benim işlerim için aradığım anlatımı sağlamıyor, çok mekanik. Ben sanat yaparken tekrar eden, meditatif etkiyi çok önemsiyorum. Yaparken izleyecek kişilerin de bakış açısını ele alıyorum. Bu şekilde yaklaşınca daha fazla bir enerjiye sahip olduğu hissiyatı içindeyim. Belki de sadece işleri karmaşıklaştırmayı seviyorum, bilmiyorum ☺ 

 

RR: Benim deneyimimde işlerin, izleyiciyi yavaşça içine çekiyor ama bu çekim devam ediyor. Daha uzun bir süreye yayılmış, ani olup biten bir oluşum değil. Son olarak da işlerini yaparken dışarıdan katılımcıların katkılarıyla oluşturuyorsun. Bu kişilerle olan ilişkinden de bahsetmek ister misin?

 

TB: Çoğunlukla sessiz partnerler oluyorlar, isimsiz ve sessiz oluyorlar demek mümkün. İşlerin başında onları yakından tanımıyordum ama çok iyi arkadaş olduk, benim destekçilerim oldular ben de onların. Bir yoldaşlık oluştu. Bir yerden sonra stüdyoda sürekli vakit geçirmek yalnız olabiliyor, o nedenle böyle köklü arkadaşlıklar kurmak çok iyi geliyor. 

 

RR: Çok garip bir zamanda seninle sohbet etmek çok değerliydi.

 

TB: Çok teşekkür ederim. 

bottom of page